Mimarların buluştuğu adres...

Yazılarımız | Mimarlar | Forum | Sözlük
[ Geri ] [ Toplam 21 yazı ]

Türk ve Bizans Mimari Unsurları

Mimari eserlerin bünyesine, derimi insicamına,
abidelerin dış ve iç heyetinden edinilen kısmi
ve külli manalara nüfuz suretiyle ve mukayese
yoluyla onların ahenklerini, gerçek hüviyetlerini
yakalayıp ortaya koyan nafiz bir meslek adamı ve bir
mimari filozofu olduğunu isbat etmiştir.
Emin Bilgiç, Kubbealtı Mec., Temmuz 1984


Bu tebliğimizle, Türk ve Bizans inşai ve mimarı unsurları arasında mukayeseli bir tetkik yapmak tasavvurundayız. Bunun için de, her cins inşaat malzemesini gözden geçirdikten sonra duvarlar, cephe ve kemerlerin muhtelif tatbikatını, pencere ve kapılan izah edip, her iki üslupta tezyinatın tuttuğu mevkii belirteceğiz. En nihayet de umumi bünye hakkında bir icmal yapmağı muvafık görmekteyiz.

Mevzuumuzun genişliğine nisbetle, tebliğlere ayrılan zamanın pek dar olması, bizi ele alınacak mes'eleleri tahdide sevk etmektedir. Binaenaleyh yalnız en bariz olanlar üstünde durarak, mahdut miktarda fotoğraf arz edeceğiz.

Mebde olarak inşaat malzemesini ele alalım: Bizans harcı, esas itibariyle muhtelif cesamette tuğla kırıntısı ile kireçten terekküp eder; nadiren biraz kum da bulunur ve ayan asırdan asra tehalüf eder ve cer kuvvetlerine ve suya karşı bariz bir tahammülü olan çok kuvvetli bir malzemedir.

Bu harca alem olan Horasan isminin sarih delaletine nazaran malzeme Türklere yabancı değildi; binaenaleyh bu harcı kullanmakla beraber, yalnız süzülmüş kireç ve kumdan ibaret olanını da istimalden geri kalmamışlar ve pek iyi neticeler elde etmişlerdir.

Hususi mahiyetteki işler ve sıvalar bahsine gelince: Bir Bizans su mecrasında bezir yağiyle yapılmış bir satıh muamelesi teşhis ettiğimi zannediyorum. Aynı usul Türklerce de malum olduğu gibi, Horasan harçlarına yumurta akı ilavesiyle elde edilen pek kuvvetli bir tarz da onlar tarafından tatbik e ilmiştir.

Kaba inşaat için Bizanslılar, mesela İstanbul'da, Bakırköyü köfekisiyle Karamürsel'in silisli kum taşını kullanmışlardır. Duvar kaplamaları, cepheler, döşemeler için cila kabul edilen renkli taşların kullanılması Bizanslılar nezdinde pek itibar gören usullerdendir: bilhassa Sinada ismini verdikleri Afyon Karahisarı civarındaki ocaklar onlara pek mütenevvi' renkli taş temin etmiştir. Marmara adası ocaklarına da sütun başlığı ve cephe kaplamaları için büyük mikyasta müracaat edilmiştir; sütunların mühim bir kısmı da Yunan ve Roma binalarından alınmıştır.

Türkler, kum taşının mahzurlarından salim olan Bakırköyü taşını kullanmakla iktifa etmişler, Marmara mermerini de, yalnız aşınmaya ve tazyike karşı olan mukavemetinden dolayı, kademelerde, söveler ve döşemelerde ve sütun başlıklarında istimal eylemişler. İklimin ziya bolluğu karşısında gösterdiği cılız tesire bakarak, mermeri bir tezyin unsuru halinde cephelere sokmamışlardır. Renkli taşlara, o da gayet nadiren ve yalnız som olarak, binanın ehemmiyetli aksamını tebarüz ettirmek için, müracaat eylemişlerdir. Türk inşaatçıları, taşın kendi bünyesinde meknuz olan selabet ve kuvvet hassa ve manzarasını, onu incecik safihalar haline sokarak, kaybetmeyi akıllarına bile getirmemişlerdir. Eğer bu kaidenin ender istisnaları varsa, onlar da ancak geçici, mahalli tesirler neticesinde olmuştur.

Bu izahattan şu netice çıkar ki, taşın ve bilhassa renkli, renksiz her cins mermerin benimsenmesinde ve tatbikında iki millet arasında pek bariz farklar vardır.

Köprülerini bile tuğladan yapan Romalılar ve bu malzemeyi onlardan aşağı kullanmayan Sasaniler gibi iki komşunun tesirinde kalan Bizanslılar mahir bir tuğla imalcisi oldular ve bu malzemeyi ustalıkla işlediler; o derecede ki ellerinin altında mevcut kesme taşın bünyevi ve inşai hassaları ihmale uğradı. 4-5 sın. kalınlığında ve 25-35 sın. eb'adında olan tuğlaları tasavvur fevkinde bir mukavemeti haizdir. Türklerin de tuğlayı kullandıkları görülmektedir. Pek sağlam olan tuğlaları azami 4 sın. kalınlığındadır ve yalnız kubbeler gibi görünmeyen aksamda yer almıştır. Türkler, taşa nazaran daha az nakil ve binaenaleyh daha az soğuk düşen bu malzemeyi döşemelerinde istimal etmişlerdir. Bu takdirde 30-70 santim eb'adında ve 7 santime kadar yükselen kalınlıklarda, murabbai ve ya müseddesi tuğlalar imal etmişlerdir.

Türkler Ortaasya'dan beri getirdikleri asırlık bir ahşap işleme san'atının mahir ustalarıdır. Bizanslılarda bu malzemenin kullanılışı hakkında elle tutulur nümünelere malik olmadığımızdan, burada yalnız nazarı dikkati celp ile iktifa edeceğiz.

Bunun gibi demirin istimali de Bizanslılarda pek mahduttur. Kesme taş cepheleri nadir olduğu için, kened ve zıvana istimali yok gibidir; yalnız ikincisi sütun takımlarında yer almıştır; gergi de hemen mevcut değildir.

Malzemenin bu kısa tahlilinden sonra insa usullerine geçersek görürüz ki, Bizanslılar duvarlarını ya tamamen tuğladan ve mütenavip taş ve tuğladan yapmışlardır; neticede de bunları, kiliseler gibi münferit olanlarda, sıva ile veya taş kaplamalarla örtmek mecburiyetinde kalmışlardır. Bununla beraber Porfirojenet köşkü denilen Tekfur Sarayı gibi bazı binalarda ve son devir kiliselerinde, muhtelit tarzın mer'i bırakıldığı da vakidir. Kale duvarları, hangi nevi'den olursa olsun, çıplaktır.

Mühim Türk binaları hemen tamamen kesme taştan yapıldığı halde, aynı şehirdeki Bizans eserlerinin tuğla veya muhtelit olarak işlenmesindeki tezat göze çarpacak bir keyfiyettir. Şüphesiz Türkler de, Bursa'da olduğu gibi, tatmin edici evsafta taş bulamadıkları yerlerde, veya tali ehemmiyetteki binalarında, mütenavip taş ve tuğla cepheler yapmışlardır; fakat sırf tuğladan asla inşa etmemişlerdir.

Mes'ele taşın veya tuğlanın sırf inşai kıymeti değildir; muhakkak ki kesme taş, tuğlaya faik bir malzemedir; fakat asıl. zihniyeti gösteren, birinin diğerine tercihi ile, elde edilen tesirdedir. Kesme taşın yekpare bir kütle halinde tebarüz ettirdiği bir cephe yanında, ne şekilde olursa olsun, tuğla pek biçare kalmaktadır.
Küçük veya orta eb'attaki pencere ve kapı açıklıkları Bizanslılarda iki tuğla kalınlığında tam veya basık kemerlerle yapılmıştır; bu açıklıklar için lüzumsuz olan iki tuğlalık eb'at, belki göz oyalayıcı, fakat, tamamen manasızdır.

Aynı vaziyetlerde, realist Türkler, lüzum derecesini tecavüz etmemişler ve mimari tafsilatı, şöyle böyle bir mesafeden bakıldıkta, hey'eti umümiyeden ayrı düşmeyecek bir hadde bırakmayı tercih eylemişlerdir. Fotoğraflarda bu hali müşahede etmek fırsatına nail olacağız.

Sütun takımı ve başlıkları bazı mübayenetler göstermektedir. Bizanslılarda başlıklar ekseriyetle şişkindir; halbuki seleflerinin görüşüne uyup, dorik üslübundaki gibi, gürbüz ve tok, korentiyen misali zarif ve ahenkli yapmaları daha tabii iken, başka bir yol tutmaları ancak zihniyet farkından mütevellit olsa gerektir. Kapı veya pencere sövesi vazifesini görmek üzere, sütunlardan ve başlıkların yanlarından birer diş taşırıldığı da Bizanslılarda vakidir. Bu halde sütun takımı serbestisini kaybederek yalnız bir cihetten göründüğünden, yuvarlak yapılmasında gözetilen maksat heba olmakta ve bu unsurun mahiyeti, manası kalmamaktadır.

Türklerde başlık, üzerine abanan kemer ve duvarların dafiasının mail mürekkebine uygun bir hat takip ederek göze emniyet telkin eyler. Duvara yarı gömülü sütun bulunmadıktan başka, dişli olanlar da sebil ve hazirelerin pirinç parmaklıkları gibi karşı tarafı görmeğe mani olmayacak hafif malzemeye çerçeve teşkil eden nadir vaziyetlerde kullanılmıştır.

Hülasaten, Bizanslılar bu unsura tali hizmetleri gördürdükleri halde, Türkler bundan içtinap etmişlerdir.

Şimdi gözlerimizi Bizans yapılarının üst kısımlarına çevirelim: O sahalarda umümiyetle irtifaı fazla üstüvani kasnaklar ve bunlara müstenit, tepeleri biraz basık, kürevi kubbeler nazarımıza çarpar; mudallai kasnaklar nadirdir; yapılsa da pilastrlarla bölünmüştür. Bir binanın kubbeleri arasında birbirini ikmal eden bir bağlantı ve ahenk görülemez; her biri tek tek yükselir ve duvarlara dalgalı bir korniş vasıtasıyle oturur.

Türkler birer kulecik manzarasına kayan bu kasnakları hazf ile kubbenin gövdesi içine sindirmişler; ziya oyunlarına müsait olmadığı için hemen hemen üstüvani şekli tatbik etmemişlerdir. Yine onlar tarafındandır ki, birbirine destek olarak aşağılara doğru gittikçe küçülen kubbeler, ufki silmeler vasıtasiyle, beden duvarlarına oturtulmuş, bu süretle binanın görünüşüne büyük bir muvazenet sağlanarak emniyet ve rahatlık telkin eden tesir elde edilmiştir.

Adedleri mahdut olan Bizans pencereleri doğrudan doğruya duvara sövesiz olarak delinmiş, üstleri yuvarlak kemerlerle geçilmiştir. Havalandırma nasıl temin edilirdi? İstanbul'da erişilebilir irtifalarda, açılır kanat mevcüdu kalmamıştır; bunların, kendi kullanma kolaylıklarına göre Türkler tarafından tadil edildiği muhakkaktır. Fakat, mesela Ravena'daki Jüstinyen kiliselerinde bulunanlar, şeffaf, balgami taş geçirilmiş ve kendileri de taştan oyulmuş, tamamen sabit çerçevelerdir. O halde havalandırma yalnız kapılara yükleniyor demektir.

Türkler ise döşeme seviyesine yakın, sövelerle mücehhez mustatili bir sıra açıklıklar dizip, bunlara ahşap kanatlar takmışlardır. Bu kanatların kapalı kaldığı zaman tenviri temin etmek üzere de, ikinci, üçüncü sıra pencerelere zaruret hasıl olmaktadır. XVI. asırda kafi miktarda cam imal edildikten sonra alt sıralarda da tenvir imkanı hasıl olmakla beraber, kanat ve yukarı pencereler devam edegelmiştir. Bu havalandırma alışkanlığı neticesinde camie tahvil edilen Bizans kiliselerinde de o usul aynen tatbik olunmuştur.

Bizans kapıları pek hatalı bir işçilik olan, veref kesilmiş silmeli sövelerle çevrilmiştir; eb'adı hayli büyüktür ve bulundukları yerin ehemmiyetine göre değişir. Bunun aksine olarak Türk kapıları kolayca açılıp kapanabilir ve beşer vücudiyle mütenasip eb'ada irca edilmiştir. Fakat medhali tebarüz ettirmek için asıl kapı, silmeler ve istalaktitlerle teçhiz edilmiş bir hücre içine alınmıştır. Görülecek resimlerden keyfiyet daha iyi anlaşılabilir.

Tezyinatan anlayışına gelince: Malumdur ki Bizanslılar hatırı sayılır bir süsleyicidir; mozayıkçılık, zamanlarında öyle bir inkişafa mazhar olmuştu ki ta temele kadar bütün binalarını onunla kaplıyorlar, fazla olarak mahirane işlenmiş, mermerler, porfirler, balgamiler ve saire gibi zengin renkli taşları geniş mikyasta kullanıyorlardı. Fakat aksamı bunlarla kaplanan binanın bütün bünyesi gözlerden siliniyordu. Onları aynı memlekette istihlaf etmelerine rağmen, Türkler bu sahalarda Bizanslıların muakkibi olmadılar. Başaramıyacakları için mi? Herhalde bu suale müsbet cevap verilemez; onlar gibi hareket etmek istemediler, o kadar. Eğer mozayık hoşlarına gitse idi, arta kalmış bir mozayıkçı bulabilirler, yoksa korudukları ve hala mevcut bu kadar örneğe dayanarak usta yetiştirirlerdi ve olsa olsa insan çehreleri, yerini, Türk üslubu çiçek ve sap tezyinatına terk etmiş olurdu. Lakin unutmamalı ki Türk tezyinatçıları çiniyi de hudutsuz ve lüzumsuz bir raddede kullanmadılar. Selefleri Selçukiler'in en gözde bir malzemesi olmasına rağmen bazı camilerdeki birkaç tecrübeden sonra; Türkler, İstanbul camilerinde çiniyi ancak en esaslı noktalara hasrederek onun, miktarının çokluğuyla, müstakil bir hüviyet gösterip, hey'eti umumiyede bir inkıta' hasıl etmesine mani oldular. Rüstem Paşa, Sultan Ahmed ve Çinili Cami gibi misaller nadirdir ve birer istisna teşkil eder.

Çünkü Türkler cüretkarane bir itimadı nefisle kemer ve kubbeler seviyesine kadar bütün duvar ve ayakları olduğu gibi çıplak bırakmışlar, o hizadan sonra da, tuğla kubbe ve kemerleri sıvayarak, üzerine kendi hafifliği nisbetinde tatbik olunduğu aksamı da esiri bir hale sokup, kalem adını alan o zarif tezyinatı serpiştirmişlerdir. Bu düşünce ve telakkilerinde haklı mı idiler? Burası mes'eleyi daha derinlere inip izah etmenin yeri değildir. Fakat XV. asır başından XVII.asra kadar süren «Büyük Devir» böyle talep ediyordu: her şubeye şamil bütün bir estetik manzumesine sıkı sıkıya merbut, bünyevi mimari ile hem ahenk bir tezyinat tertibatı ancak bu olabilirdi.

Tetkikimize inşaat malzemesi ile başladık ve aralarında müşterek membalardan beslenmiş olmanın tevlit ettiği benzerlikleri tesbit etmemize rağmen, bariz telakki ve tatbik farkları müşahede etmekte gecikmedik. Birisinde inhisar şeklinde, tuğla kullanılmasına mukabil, diğerinde kesme taş istimali gibi inşaat usulleri arasındaki mübayenet hayatiyetsiz bir tabir olan «teknik» kelimesi ile izah edilemez; bu tehalüften bir zihniyet damgası ortaya çıkmaktadır.

Bizzat teknik, devrin imkanlariyle mahdut olduktan başka üslubun emri ve vesayeti altındadır.

Binanın alt kısmiyle üstü arasında hüküm sürmesi icap eden ahenk bir abidenin unsurları arasında lüzumlu olup muhtelif çarelerle temin edilen rabıta, hariç ile dahilin tezyinat usul ve kesafetinde mevcut bulunması zaruri muvazene, hayati ve esaslı mes'eleler olup, hepsi birden, eserin tecanüs denilen hassasını temin eder. Bu suretle Bizanscı alim Charles Diehl'in, intakı hak kabilinden serdettiği şu mütalaasını teyit etmiş oluruz: « VI. asrın bir Bizans binası, çıplak tuğla duvarları yüzünden hariçte pek yeknasak ve biçare manzara gösterir.» Mes'ele mütecanis ve muvazeneli mimari yapabilmektir. Türklerde tafsilat, hey'eti umumiye ile beraber yürüyerek, hariçte ve dahilde, aynı ayarı ve kesafeti haiz bünyevi mimariyi meydana getirmek üzere, birbirine eklenir. Bu mimarinin haricinin tarifi ki o da bizzat bir gaye değil, ancak tabii bir neticedir muhterem alim Albert Gabriel tarafından şu kelimelerle ifade edilmiştir: «Ehrami tesir». Türk binalarında maksat, gaye bütün unsurları bir mihraka müteveccih bir şekilde ayarlayıp bir kül meydana getirmektir; artık ona ne bir şey ilave, ne bir şey tarh olunabilir.
Şüphesizdir ki Bizanslılar da, Türkler de büyük inşaatçıdır. Bunlardan birinciler, bilhassa Jüstinyen asrında, dahilleri yüklü tezyinat unsurlarını havi büyük binalar yaparak, göz kamaştırmak ve hayrete düşürmek yolunu ihtiyar ederken, ikinciler, hiç böyle bir iddiaya düşmeden, yalnız samimiyete istinat ile muhteşem bir mimariye erişmek mucizesini başarmışlardır. Birbirinden mahsus derecede farklı ve kendi usulleriyle hareket eden bu iki üslubu birbirine karıştırmamak gerekir. Her iki milleti ayn yollara sevk eden saiklerin izahı buradaki sahamızdan çok dışarıda kalır. Bununla beraber aynı tabiat şartları içinde doğup gelişen bu san'at şubelerinde benzerlikten ziyade zıddiyet bulmaktan hayrete düşmemek gayri kabildir; keyfiyetin izahı zımnında tabii şartlara dahi hakim olan bu zihniyeti, zıt ruhi ve içtimai teşekkülde olan iki milletin bünyesinde aramak yanlış olmaz.
Bazı muannit mahfillerin göstermek istedikleri tek tük yakınlıklar da, o devre has müşterek zaruretlerin, kanunların aynı neticeleri doğurmasından mütevellittir; bu neticeler de dahili ve tabii bir istihale ile hemen süratle kemale ermekte gecikmemiştir.
Ekrem Hakkı Ayverdi - Makaleler

Buradan yazımız hakkında yorum yapabilirsiniz...


Hoşgeldiniz...

Üye Girişi
Yukarı | İrtibat | Koşullar | Gizlilik